Yağma

Yağmacılık insanın en aşağılık halidir. Aidiyet duygusunun, yöneldiği yıkım ve zalimlikte olmadığı, emeksiz ve zorba bir edinme, çalma durumudur.

Hiçbirşey üretip inşaa etmeden, büyük emek ve cabalarla var edilmiş herşeye zoraki sahip olma halidir. Vicdanın ve insanı değerlerin alaşağı olduğu korkunç ve acımasız bir eylemdir.

Fatih Sultan Mehmet Istanbul’u kuşattığında, tarihçilerin naklettiğine göre, şehrin yağmalanmaması için iki kez görüşmelerde bulunmuş, şehrin teslimini istemiş, aldığı olumsuz  cevaplar sonrasında, istemeyerek de olsa şehrin üç gün yağmalanarak teslim alınmasına karar vermiş. Rivayet odur ki İstanbul’a girdiğinde gördüğü manzara karşısında gözyaşlarını tutamamış.

Yağmanın savaş halleri dışında farklı bir formu vardır. Bir nevi yamyamlık; kendi familyasının var ettiği değerler ve mevcut maddi varlığın talanı gibi. Kendi yurdunda bin bir değere düşmanca, hınçla, öfkeyle, nefretle, hunharca bir kıyım arzusuyla saldırmak gibi.

Bu vandallığın şizofrenik bir yapısı var. Ülkeyi idare edenlerin “cihat ve hile” düsturuna sadık bir şekilde bağlı olduğu, eylemleriyle net bir görüntü oluşturuyor. Var olan düzenden istifade edip, donanımı tamamladıktan sonra o düzene saldırmak. Hani demokrasiyi “tramvaya binmek, istediğin durakta inmek” şeklinde tanımlamak gibi.

İstanbul, güzelim istanbul. Denizinde yüzmeyi öğrendiğim. Banliyö trenlerinde oğrenciliğimin heyecanlı  yolculuklarını yaptığım, vapur güvertelerinde martılara yarenlik ettiğim, lodoslarında sarhoş olduğum, Çamlıca’dan seyrine doyamadığım İstanbul.

Ah İstanbul!

İlkten kıyametler kopmuştu. Kabataş’ta stadyumun hemen arkasına yüksekçe bir gökdelen yapılıyordu. Adını “gökkafes” koymuşlardı. İlk aşındırma ve yağma girişimiydi. Uzun müddet itirazlar edildi, lakin sonuç değişmedi. Bir hançer gibi İstanbul’un kalbine saplanivermişti “gökkafes”.

Diğerleri ardından gelmeye başladı. Pıtrak gibi rezilce, düşüncesizce, haince bir bir saplanıyordu hançerler. Ne mahkemeler, ne yargı, ne protestolar işe yarıyordu.

Yenikapı kıyılarına yapılan gökdelenler tarihi yarımadanın Sultanahmet’ini, Ayasofya’sını peyzajlarında ezip geçiyordu. Ve ülkeyi yöneten “Ben onlara küstüm” diyordu. Oysa izinsiz, kaçak onlarca kat yapıyorlardı. Demek küsmenin kanuni bir yaptırımı yoktu. Belki artık kanun da yoktu. Biz var sanıyorduk.

İstisnasız şehrin dört bir yanı öyle bir gözü dönmüş yağmayla talan ediliyordu ki, minarelere göre kılıflar dikiliyordu. Her karar bir kişinin dudakları arasından çıkıyordu. Sonuçta yağmacı güruhun her talanı yanlarına kâr kalıyordu.

Nihayet şehrin gerek içinde gerekse dışında var olan askeri birliklerin arazilerine sıra gelmişti. Birlikler boşaltıldı. Arazilere önce dokunulmayacak dendi, yeşil alan olarak kalacak dendi. Sonra da imara açıp betona gömüldü. Yağma durmadı.

Kıyıdaki kamu arazileri iştah kabartıyordu. Onları da alelacele halledip, koca gökdelenlerle donattılar. Bakırköy’de piknik yaptığımız yerlerde, kıyılarda şimdi beton tarlaları boy gösteriyor.

Vizyonsuz, öngörüsüz, yağmacı, liyakatsız çıkarcıların öncülüğünde distopik bir metropolün inşaası tamamlanmak üzere.

Kupon araziler bitti.

Nefes alınacak alanlar birer birer kayboldu.

Kıyılar beton kulelerle çevrildi.

Kala kala bir Boğaz’ın suyu kaldı, üstünde uçuşan martılarıyla.

Güle güle İstanbul!

Ah İstanbul.

Facebook sayfamızı beğenin 
Bizi Twitter’da takip edin 
Bizi Instagram’da takip edin


Dikkat! Yukarıdaki makale/haber ancak şu şekilde iktibas edilebilir:
– Kaynağın radikal.gr/tr olduğu belirtilerek
– Makalenin/haberin sonuna kaynak ekleyerek
– Bu ikisinden birine aktif link ekleyerek

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Σχετικά Άρθρα

Cehalet

Cehalet öyle bir şey ki; insanı alır, evirip çevirip bambaşka bir varlığa çevirir. İnsan görünümünde aşağılık bir yaratık yapar kişiyi.